[ad_1]
Apple’ın yayınladığı Vertical Cinema filmi çoğu kişi için “izlenilesi bir iş” olmaktan öteye geçmeyebilir ancak Uğur Matban’a göre bu iş, sinematografi tarihinde bir üst tura çıkmayı hak ediyor.
Apple’ın amacı gerçekten de dikey videonun seyir keyfini ortaya koyup, bir tabu yıkımına vesile olmak olabilir mi? Matban yanıtlıyor.
Bayram değil seyran değil, vertical video neden?
Geçtiğimiz günlerde Apple, bayram ya da seyran olmamasına rağmen Vertical Cinema isimli bir film yayınladı. Peki, buna neden gerek duydu acaba? Bu sorunun cevabını sağlıklı bir şekilde verebilmek için, son yıllarda sıkça karşılaştığımız anamorfik lens sevdasından ve bu sevdanın altında yatan sebeplerinden bahsetmemiz gerekiyor azıcık.
Birçoğumuzun aşina olduğu üzere “Sinematografiyi artıralım” diye bir olay var hayatımızda. Planları daha geniş açılarda görmek, kadrajlarımızda daha büyük boşluklar yaratabilmek… Bayılıyoruz bunlara. Hal böyle olunca da insanlık zaman içerisinde, film rulosunun da izin verdiği ölçüde, en boy oranını artırmaya, yani görüntüyü daha da yataylaştırmaya olan eğilimini korumaya devam etti.
1927’den önce 1927’den sonra
İlk olarak dört perforaj yüksekliğindeki 35mm’lik filmlerde 4:3 oranında bir aspect ratio’yla başladı hikâye. Bu da genişlik ve yükseklik arasındaki 1.33’lük bir oran demekti. Yıllar boyu bunu kullanınca da haliyle buna oldukça alıştık. Fakat 1927 yılında bir şey oldu ve insanoğlu, ses bilgisini de film rulosunun üzerine ekstra bir şerit girerek kaydetmeyi başardı ve sesli çekilebilen filmler izlemeye başladık. Rulo üzerinde ses bilgisine de yer ayırmamız gerektiğinden, haliyle 1.33’lük katsayımız çok çok ufak bir oynamayla 1.37’lere kadar çekildi. Yani uzun kenarın kısa kenara oranı ufacık da olsa arttı. Akademi de (Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi) boş durur mu, 1937 yılında bunun adını Academy Ratio koyarak o alanı parselledi.
1950’lerde, bugünü daha iyi anlamamıza sebep olacak bir gelişme daha yaşandı: Cinerama. Neydi bu Cinerama? Kabaca, üç filmle çekilen ve üç projeksiyonla gösterilen çok ama çok geniş bir alanda izlenebilen filmler demekti. Epik kovboy düello sahneleri, uçsuz bucaksız ovalardaki kovalamaca sahneleri -ki Apple’ın filmindeki örnekler, çoğunlukla 1960’lardaki referanslardan oluşuyor- görmeye başladık ve buna aşırı bayıldık! Yani yaklaşık olarak 150 derecelik bir görüş alanına yayılan, hemen hemen 2.60’lık bir aspect ratio’luk seyir deneyimini çok erken yıllarda çoktan denedik bile. Fakat çekmesi ve sinemalarda görüntülemesi deli pahalı olduğu için de bu yöntemi çok kısa bir süre içinde saldık gitti.
Tüm bunların ardından, aslında ilk olarak 1900’lerin başında bulunan fakat teknik olarak mükemmelleşmemiş olan anamorfik lens dediğimiz dalga girdi hayatımıza. Lensin yapısından ötürü, görüntü dataları sağdan ve soldan basılarak kaydedilmeye başlandı. Hatta öyle ki o bayıldığımız ve “sinematografiyi artıran” bokehler, kusursuz daireler olmak yerine, elipsi andıran kusurlu formlar olarak karşımıza çıkmaya başladı. Aspect ratio’muz da 2.39’a -kimi kaynaklara göre ise 2.35’e- sabitlendi.
Öte yandan 1900’ler boyunca birçok filmde birçok farklı aspect ratio kullanıldı elbette. Stüdyolar bu savaşta dominant taraf olabilmek uğruna büyük prodüksiyonların altına girerek, büyük oyuncuların ve büyük yönetmenlerin popüleritelerinden faydalanmayı da es geçmedi. Aynı yıllarda film rulosuna frame’leri alt alta dizmek yerine yan yana dizmek ve dört yerine sekiz perforajlık alana yayılmak gibi mihenk taşları bir bir geride bırakılırken, insanlık olarak biz de sırasıyla 4:3 gibi kareye yakın formatlardan Cinerama’lara, 16:9’lara uzanan geçiş sürecimizi tamamladığımızda artık “ekran” dediğimiz hadise her eve, hatta ilerleyen yıllarda her cebe çoktan girmiş ve biz de bu “yatay sinematografiye” çoktan alışmıştık. Peki, neden alıştık?
Göze en yakın
İnsan gözünün yatay düzlemdeki -ne olduğunu fark ettiğimiz ama tam olarak göremediğimiz peripheral alanlar hariç- görüş açısı 180 derece. Fakat “görebiliyoruz” diyebildiğimiz alan, herhangi bir görme bozukluğu olmadığı takdirde 120 derece civarı. Dikey düzlemde durum biraz daha farklı; peripheral alanda 75 hatta 76 derecelere çıkan görüş açımız, net algılayabildiğimiz alan olarak bize maksimum 53-54 dereceleri verebiliyor.
Geldik mi zurnanın “zırt” dediği yere? 120/54 gibi kabaca bir matematik işlemiyle de gözümüzle net görebildiğimiz alanın aspect ratio’suna, yani 2.2’lik orana ulaşıyoruz. Anamorfiğin de 2.35 değil miydi zaten? Epey yakın. Yoksa aslında en temel amacı izleyiciye gerçek, özdeşlik kurabileceği hikâyeler yaratmak ve onu kendine çekmek olan bir medium olan sinemanın, insana, gözüyle gördüğüne mümkün mertebe yakın bir fotoğrafla ulaşması gibi çok makul bir derdi mi var?
Buraya kadar her şey tamam. Peki, tüm bunlardan Apple’a ne ya? Onlarca kişiden oluşan kreatif ekiplerini tahminen aylarca çalıştırıp, onlarca toplantı, PPM yaptırıp, üst düzey yöneticilerin onlarca saatini ayırmasına sebep olup, Damien Chazelle’i yönetmen koltuğuna oturtup, milyonlarca dolar yatırmalarına sebep olacak kadar ne olmuş olabilir?
Yolun sonu: Video savaşları
Malum, son yıllarda ciddi bir video savaşı dönüyor. Yatay çekilen ve izlenen mecralar olan YouTube ve Netflix, dikey çekilen ve izlenen mecralar olan Instagram ve TikTok’la tekme tokat bir kavga içinde. Öyle ki IGTV, Reels gibi eklemelerle Instagram bu dikey savaşın amiral gemisi adeta. Yatay kutbun üyeleri YouTube ve Netflix’in video uzunlukları zaten halihazırda elde tutulan bir cihazla tüketilmeye pek de müsait değil. Daha çok televizyon ve bilgisayar -hadi belki tablet- formatında ilerleyen bir hâkimiyet alanları var. Malumunuz, mobil cihazınızda 40 dakika boyunca bir dizi izlemek ve 25 dakikalık bir YouTube videosu izlemek bi’ tık kabuslaşmaya müsait bir hadise. Fakat Instagram için öyle mi? Elbette hayır.
Peki, bu denklemde mobil cihazlar konusundaki satış sürekliliğini, mecranın kaybolmamasını, içerik kapsamının genişleyerek devam etmesini sağlamak isteyen, neredeyse yarım asırlık bir teknoloji devi ne yapar? Kasasından bir miktar nakit çıkarıp, Vertical Cinema adında bir video çeker, hatta bunu son yılların -görece- en başarılı yönetmenlerinden biriyle, her bir janraya teker teker de selam çakarak yapar. Bir bakıma da şunu der: “Sinematografinin ve sinema estetiğinin yataylıkla mataylıkla bir alakası yok. Yıllarca böyle izledik, böyle inandık fakat gördüğünüz gibi aslında dikeyde de o estetik yakalanabiliyor. Yani dikey video izlemek aslında o kadar da kötü bir fikir değil bizce.”
Haklı olabilirler mi peki gerçekten? Dikey ve hareketli içerikler izleme konusunda ne kadar tutucu, ne kadar yenilikçiyiz acaba? Konuştuğum onlarca insan “Abi akan görüntü dediğin şey yatay olur ya” diyerek savundu bu konuyu hep.
O zaman şöyle bir soru sorsak: “Fotoğraf da doğası ve tarihi gereği, ağırlıklı olarak yatay bir formattı. Peki, en son ne zaman telefonunu yan çevirip fotoğraf çektin?”
Tüm bu sorular yüzünden Vertical Cinema kesinlikle sadece “Apple çok güzel bi’ video yapmış” işi değil. Aksine yıllar boyunca nasır tutmuş ve değişmesi imkânsıza yakın tabuları en altından tutup, tatlı tatlı sallamanın ve yeri geldiğinde yavaş yavaş yıkmanın ne kadar kıymetli bir şey olduğunu gözümüze gözümüze sokan, paradigma değiştiren bir iş. Bir şeylerin sürekli şekil değiştirmesi, marka yönetmenin tam olarak da bu olması gibi özelliklerinden ötürü enfes bir “case” olduğunu söyleyebilir miyiz? Bence çok fena söyleriz.
[ad_2]
Bu yazı alıntıdır. Kaynak linle buradan ulaşabilirsiniz.